Yılmaz Güney - Boynu Bükük Öldüler (devam) Tarih: 23.02.2021 21:27 Okuma Süresi: 23 dk. 21 sn. Yazar: Cloud Adliye sarayında Emine’yi gören köylüler şaşırmıştır. Halil, Emine’nin yalnızlığına acır. Hasan Ağa Emine’yi linç etmeye kalkar, köylü engel olur. Duruşma bittikten sonra Halil, Emine’yi aldığı gibi arabaya bindirir ve birlikte Yenice yoluna çıkarlar. Dönmeden önce Çalganlı köyüne uğrarlar ve Emine’nin arabadan düştükten sonra yaralanan kolunu yaşlı bir nineye gösterirler. Nine, Emine’ye kötü davranan Halil’i madiler. Akşam vakti Yenice'ye varırlar. Sabah olduğunda köyden bir hanede hareketlilik vardır. Kamber, Rebiş ve Remzi eşyalarını toplamaktadırlar. Çiftliğin en eski iki adamından bir diğeri olan Ali Osman, şehre taşınma kararı alan Kamber’i son bir kez görebilmek için tarladaki işinden izin alıp dostunun yanına gider. Halil de Kamber’in köye vedası sırasında yanlarındadır. Remzi’yi öpüp koklayıp bütün gelecek umutlarını ona bağlayan Halil ve Ali Osman ikilisi, aileyi uğurlar. Ali Osman tarlaya döneceği için Halil yanından ayrılır. Olduğu yerde bir süre bekleyen Ali Osman’ın kalbi dostunun vedasına dayanamaz. Ali Osman, orada hayatını kaybeder. Remzi, Şimşek McQueen Halil ve Ali Osman tarafından şehre uğurlanır. Ali Osman’ın ölümünden 10 gün sonra köye Omar döner (hani şu genç olan Ali’nin köyden birlikte askere diye gittikleri kişi). Fakat, hapishane ortamı solumuş olan Omar’ın karakteri bütünüyle değişmiştir. Annesinin tarlada kendisine yardımcı olur diye beklediği askerlik öncesi Omar’dan iz kalmamıştır. Omar gelir gelmez annesinin tarlada zar zor kazandığı tüm parayı dostlarıyla evde rakı partisine harcar. Bu duruma içlenen annesinin bakışlarından sıkılan Omar ve kankaları, partiye Sabri’nin dükkanında devam etme kararı alırlar. Halil de o sıralarda dükkana uğrar. Omar’ın ısrarıyla kendini rakı masasında bulan Halil ortama ayak uydurmaya çalışır. Çok vakit geçmeden konuşulacak bir konu bulmak isteyen Omar, “Yahu şu Emine’ye bineniniz yok mu?” diye sorarak ikilinin arasında geçenleri bilmeden Halil’i tetiklemeyi başarır. Bir cinayetin eşiğinden yaptığı nefes egzersizleri ile kıl payı kurtulan Halil masadan kalkıp gider. 7. Bölüm Yağmurlu bir Yenice gününde ahırda Derviş ve Süleyman’la oturmakta olan Halil, Derviş’in pencereyi açmasıyla dışarıda bir karartı görür. Kaputunu kaptığı gibi dışarı çıkan Halil, karartının Emine olduğunu fark eder. Sırılsıklam bir vaziyette dikilmekte olan Emine, bohçasıyla birlikte kendi başına Halil’e kaçmaya karar vermiştir. Olayın şokundan ne yapacağını şaşıran Halil, Emine’yi bi’ güzel haşlar, sonrasında da çamura batmış ayaklarını yıkayıp Emine’yi sırtlar ve çardağa götürür. Burada sıcak dakikalar yaşayan genç sevgililerden Emine, Halil’in post ejakülasyon aydınlanmasından ötürü dumura uğrar ve kendini bir anda kapı dışarı edilmeye ramak kala bulur. İlerleyen saatlerde ikili her zamanki gibi birbirini yine tokatlar. Sabah olduğunda Emine evine geri döner. “Sevildiğinden çok dövülen bir Emine; duygusuz kör bir Halil.” Uykuyla uyanıklık arasında gezinen Halil, rüyasında Süleyman ve Derviş’in fısır fısır Emine’nin kendini astığından bahsetmelerini görür. Fakat böyle bir rüya bile Halil’in zihninde birtakım büyük değişikliklere sebep olmaya yetmiştir. Kitapta da dendiği gibi “Hayatının özüymüş haberi yok.”. Kabusundan canhıraş uyanan Halil çabucak giyinip ahırdan “Emine kendini asmış.” diyerek çıkar; Derviş ve Süleyman ise Halil’in davranışlarına anlam veremezler. O sırada köye Arap Seyfi gelmiştir. Arap Seyfi, yıllar önce Durmuş Ağa’nın kendisine attığı tokattan sonra köyü terk etmiş, Durmuş Ağa’nın namağlup horozunu yenecek bir horoz bulana kadar da köye dönmeme kararı almıştır. Şimdi elinde tuttuğu Keloğlan isimli horozla köye dönen Seyfi, Durmuş Ağa’ya düello davetinde bulunur. Şartı da şudur: eğer Keloğlan kazanırsa Seyfi, Durmuş Ağa’nın horozunu kesecektir; eğer kaybederse Seyfi kendisini asacaktır. Durmuş Ağa teklifi “Ben senin kelleni n’apayım ulan?” diyerek önce reddeder, sonra ortaya 500 lira ödül konması teklifi kabul edilince horozunu hazırlatmalarını buyurur. 500 lira parası olmayan Seyfi, köylünün imecesiyle parayı toplar ve düello başlar. Kıyasıya dövüşen horozlardan kazanan, Keloğlan olur. Horozunun kaybetmesine sinirlenen Durmuş Ağa iri bir taşı horoza fırlatır, ve horoz oracıkta ölür. Bununla yetinmeyen Durmuş Ağa, paraları tutmakla görevli olan bekçi Musa’yı tokatlamaya başlar. Babasının dayak yemesini yediremeyen Ali, Durmuş Ağa’nın karşısında dikilir. Omar ve Hüseyin’in de katıldığı bu kavga köylüler tarafından sonlandırılır. Tüm bunlar olurken Halil, ölen horoza bakmaktadır. Ölen horozda kendi hayatını görür. Bu zamana kadarki tüm ölümlerde terk-i diyar eylememiş olan Halil, o gün köyden kesin ayrılış kararını alır. Ertesi gün üç beş eşyasını toplayan Halil, Emine’nin kapısının önünde Zello türküsünü çığırır. Bu, onların uzun zaman önce, kaçmak zamanı geldiğinde harekete geçecekleri melodidir. Duyduğu sesi önce hayal sanan Emine, gerçekten de o anın geldiğini fark ettiğinde usulca toplanır ve evi terk eder; ancak annesi ve babası Emine’nin gittiğinin farkındadır. Ses çıkarmadan, yarı açık gözlerle kızlarının kaçmasını izlerler. İkisinin de gözleri dolar, fakat bu karar, kızları Emine için en iyi olanıdır. https://www.youtube.com/watch?v=T0hyTzytvk0 Evlerinin önü de Zello mermer döşeli Üç gün oldu Zello ben bu derde düşeli Senden ayrı düşsem Zello oluram deli 3. İnceleme Mazoşizm, reddediş ve politik olarak tokat atmak Bu başlıkların arasına bir de ataerkil hegemonya unsuru olarak tokat atmayı da ekleyebilirdim. Özellikle, Halil ve Emine çiftinin deniz kenarında başlayan birebir yakınlaşmalarından itibaren çardak maceralarına kadar olan süreç içerisinde Halil’in gerçekleştirmiş olduğu şiddet eylemlerini okuyacak feminist bünyeler için okuma sonrası Beypazarı maden suyu etkisi sağlamak adına böylesi bir başlık işe yarayabilirdi. Fakat, böylesi bir hükme varmak ve şiddetin tek taraflı olduğunu görüp kadına şiddet başlığını da incelenecekler arasına ekleyebilmek için, taraflardan birinin bu şiddetten dolayı yakınması ya da partnerinden soğuması kıstasını belirledim kendime. Taraflar arasında şiddet kaynaklı bir ayrılma gerçekleşmediği gibi, şiddet kimi noktalarda taraflar için hazzı tetiklediğinden ötürü kavga etmekte olan çiftlerimizi birbirinden ayırmıyor, ikinci bir Kadir Şeker vakası yaşamamak adına yolumuza devam ediyoruz. Fakat, burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da Emine’nin bir ağa tarafından tecavüze uğramış olduğu gerçeğidir. Kitabın cinsiyet rollerine dair analizini başka bir başlık altında yapmayı düşündüğüm için biz şimdi asıl meselemiz olan tokata gelelim. Ahlaki temellendirmelerini hukuk kitaplarından alan insanlara müjde! Bir insana tokat atmak, Türk Ceza Kanunu 88. maddeye göre bir suçtur. Madde şöyle der: “Kasten yaralama fiilinin kişi üzerindeki etkisinin basit bir tıbbî müdahaleyle giderilebilecek ölçüde hafif olması hâlinde, mağdurun şikâyeti üzerine, dört aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezasına hükmolunur." Maddeden anlaşılacağı üzere tokat atmanın ayrı olarak bir başlığı bulunmuyor, fakat mağdurun vücuduna acı vermek suretiyle yaralamak başlığı altında birisini tokatlamanın bir suç olduğunu söyleyebiliriz. Yurtdışında, medeniyet çarklarının bizimkinden daha iyi işlediğine inandığım bazı cumhuriyetlerde, okuduğumdan anladığım kadarıyla, bir insanın üzerine yumruğunuz sıkılı bir vaziyette ofansif şeyler söyleyerek yürümek bile saldırıdan sayılıyor. Fakat kendini koruma niyetinde bulunan bir kişinin önce o tokadı sağlam bir şekilde yemesi gerekiyor. Hukuk ile olan bağınız ne kadar samimidir bilemiyorum. “Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir.” sözüne eğer samimiyetle inanıyorsanız, haklarınızı bilmenin de önemli olduğu kanaatindeyim. 1960’lı yılların Yüreğir ilçesinde, ya da Anadolu’nun herhangi bir köyünde, ağadan yediğiniz tokadın da hukuksal bir boyutu vardır; ancak bu coğrafyada çaresizlik, kitabın adının da bize önerdiği üzere boynu bükük olmayı gerektirir. Gelin hep birlikte kitaptaki bazı tokat anlarından oluşturduğum derlemeye bir göz atalım. Arap Seyfi’nin Durmuş Ağa’dan yediği tokatlar üzerine köyü terk etmesi. Süleyman’ın alkollü bir vaziyette yarattığı gürültüden ötürü Durmuş Ağa’dan yediği tokat. (bkz: s.40) Durmuş Ağa’nın kendi oğluna attığı tokat. (bkz: s.137) Kel Hasan’ın köyü terk etmeden önce babasından yediği tokat. (bkz: s.231) Emine’nin annesi Azime’nin Durdu Ağa’dan yediği tokat. (bkz: s.272) Remzi’nin Durmuş Ağa’nın karısı Nazmiye’den yediği tokat. (bkz: s.331) Durmuş Ağa’nın horoz dövüşünü kaybettikten sonra hıncını alamayıp paraları tutan bekçi Musa’ya attığı tokat. (bkz: s.401) Şüphesiz ki, bu derlemede bahsi geçen tokat anlarından en göze çarpanı ve okuyucunun da yüzünde ilk buluşanı, Süleyman’ın Durmuş Ağa’dan yediği tokattır. Süleyman, Muhittin ve Halil aşevindedir. Süleyman, kendisini bir süredir alkole vermiş ve alkol aracılığıyla hem günlük sıkıntılarından kurtulmaya çalışmakta, hem de alkolün bünyesinde yarattığı sarhoşluk etkisiyle, bu hayatta kendini gerçekleştirememiş olmanın acısını unutmaktadır. Bir insanın, hayattaki dertlerini unutmak amacıyla alkole sarılması, bana ünlü filozof Friedrich Nietzsche’nin şu anekdotunu hatırlatır: “There have been two great narcotics in the European civilization: Christianity, and alcohol.” “Avrupa medeniyeti tarihinde iki büyük uyuşturucu yer almıştır: Hristiyanlık ve alkol.” Çünkü ikisi de, hayatın önümüze dizdiği acılarla baş edebilmek için birer yol olarak karşımıza çıkar. İkisi de yaşamak sıkıntısını unutturur. İkisini de kullanan insan, madde etkisi altındadır, seçimlerinde özgür değildir, seçme sorumluluğunu üzerinden atar. Fakat alkolün yaşamdaki etkisinden bahsederek, dostumuz Süleyman’ı acımasızca yargılayacak değiliz. Sınırlı dünyasına sınırsız hayaller dolduran Süleyman’ın gerçekliği, bir bakıma Yenice köyünden ibarettir. Rakı sofrasında Muhittin ve Halil ile paylaştığı, kendisinin en ideal versiyonunda bile çevresinde görmüş olduğu karizmatik figürlerin sahip olduğu nesneler bulunmaktadır. Burada Yenice köyü ve içinde barındırdığı tüm fenomenler, Süleyman’ın evrenini oluşturmaktadır. Böylesi bir evrende de, herhangi bir kişiden zincirlerini kırmasını, içine yönelmesini, her hafta iki kitap bitirip boş vakitlerinde meditasyon yapmasını, doğayla buluşmasını, arzu etmedikçe özgürleşmesini ya da tarladaki işine başlamadan önce yoga yapmasını bekleyemeyiz. Bu tür post modern beyaz yakalı kurtuluş yöntemlerinin zaten herhangi bir emekçi insanın dünyasında işe yarar şeyler olmalarını görmeyi beklemek de bir yanılgı olurdu. Peki sizin Süleyman’a… güzel bir çift kunduraya, sağlam bir beygire, güzel bir eşe sahip olmak isteyen, fakat yaşı da bir miktar ilerlemiş olan Süleyman’a vereceğiniz tavsiye ne olurdu? İhtiyaç kredisi çek birader. Çektiğin parayı borsaya yatır. Kaybetsen de kralsın. İçine yönelmen gerek dostum. Buddha’nın gizli öğretilerinin bir takipçisi olursan sen de gerçek özgürlüğüne kavuşursun. Sahip olmamak en büyük özgürlüktür. Şükret yeğenim. Her şeyin başı şükür. Afrika’da açlıktan ölenler var, en azından yemeğini yiyorsun, kıçın da açıkta değil. Şükret. Köyü örgütle, ağa rejimine dur de yoldaş. Çilene son ver, yaşamayı reddet. Tavsiyeleri tek tek sıraladığımız zaman gerçekten de Süleyman’ın elinde gideceği adresler varmış gibi görünür. Ancak, Durmuş Ağa’nın o sırada aşevine girip Süleyman’a attığı tokat yukarıdaki ilk dört tavsiyeyi, şimdilik öngöremediğim varyasyonlarıyla birlikte saf dışı bırakmıştır. Bu bakımdan ağa sillesi, köylünün üzerinde, özgürlüklerine gidebilecek her yolu tıkayan bir sel işlevi görmektedir ve bir tahakküm aracı olarak köylünün düşünce dünyasına da uzanmaktadır. Tokadın üzerinden çok geçmeden, Süleyman da zaten geriye kalan tek seçeneği uygulamak için kaldıkları ahırın önünde çığırmaktadır. Tam bu sırada Hıdır’ın kendisine kama uzatıp onu intihara teşvik etmesi ise başka bir baskının sesi olur: sesini çıkarma, boynunu bük. Kitapta yer alan tokat anlarından bahsetmek istediğim bir diğeri, Kel Hasan’ın babası tarafından Kel Hasan’ın kendisine, köyden gitme fikrini paylaştığı sırada atılan tokatlardan oluşuyor. Hasan, yaşıtları olan birçok aile sahibi köylü gibi günden güne köyden ayrılmanın planlarını kuran ve yaşamlarını büyüklerinin geçmişte yaptığı gibi bir ağanın hizmeti uğruna harcamanın hayalini kurmayan gençlerden yalnızca biridir. Hasan’ın gelecek düşleri aslında oldukça evrenseldir. Bir gün, yaşam zorlukları canına tak eden birisi bir coğrafyadan ayrılır. Ayrıldığı topraklara geri döndüğünde yanında getirdikleri, sahip olduğu yeni toplumsal statüler ve beraberinde gelen tavır değişiklikleri, geride bırakmış olduğu herkesin düş nesnesi haline döner. Bundan sonra, onun gibi olmak isteyen herkes, özellikle de akranları, onun gitmiş olduğu yolun kendileri için de iyi geleceğini düşünerek, ona birer ikişer katılırlar. Bu açıdan Hasan da kendi geleceğinde, geçmiş nesillere nazaran daha huzurlu bir hayat sürdürebilmek adına köyden göçenler kervanına katılmak istemiştir. Fakat, Hasan’ın köyü terk etmeden önce mücadele edip alaşağı etmesi gereken bir düşünce yapısı vardır: var olan düzeni bozmama, yaşama burada devam etme fikri. “Acem’in çocukları, Acem’in çocukları. Herkesin dilinde bu. N’olmuş bu pezevenklere? Bey mi olmuşlar, paşa mı olmuşlar, n’olmuşlar? Kimin başı sıkışsa Acem 'in çocuklan diyor. Allah onların da belasını versin, sizin de.” – Hasan’ın babası (bkz: s.228) İşte tam bu noktada Hasan, babasından iki okkalı tokat yiyor. Bu tokatla Süleyman’a atılan tokat arasında benzerlikler bulunmaktadır. İkisinde de tokat aslında köylünün gelecek hayallerine atılmıştır. Fakat, hayallerine olan konumsal bakımından Hasan, Süleyman’dan çok daha öndedir. Daha iyi bir yaşam idealinde annesi ve babasına yer bulamayan Hasan onlar olmadan göçmek zorunda kalır. İkilinin mücadelesinde gerçek bir kazanan taraf bulunmamaktadır. Artık Hasan’ın annesi ve babası, çocukları ve torunları olmadan daha zor şartlar altında yaşamak zorundadır; Hasan, eşi ve çocuğu ise şehirde aile özlemi çekecektir. Kitapta geçen önemli bir diğer tokat, Remzi’nin Durmuş Ağa’nın karısı Nazmiye’den yediği tokattır. Eğitim alıp köy yaşamının yüzyıllar boyu süregelen döngüsünden kopartılmak istenen Remzi için Kamber, Rebiş ve onlarla birlikte tüm yakın dostları büyük ümitler beslemektedir. Küçük bir çocuk, sahiden de çukur diye nitelendirilebilecek yerlerdeki insanlar için bir umut kaynağıdır. Çocuk, henüz kaderi mühürlenmemiş olandır. Eğileceği yönde boy vereceği için taze bir fidandır. Yaşamını paylaştığı kişiler için tüm gerçekleştirilememiş hayallerin yüküdür. Hikayede Remzi, Nazmiye’nin ekmek yapımı için biraz saman getirmesi isteğini reddeder ve kendi oğlunu neden bu iş için yollamadığını Nazmiye’ye sorar. Duydukları karşısında öfkelenen Nazmiye, oğlunu kendisiyle bir tuttuğu için Remzi’nin yüzüne tükürür ve onu dövüp tokatlamaya başlar. Bu noktada, köyün gelecek umudu sahibi en genç sakinlerinden biri olan Remzi de ağa sillesiyle tanışmıştır. Kendi geleceğini kendisi tayin etme yolunda annesi ve babasının sonsuz desteğini alan Remzi’nin Nazmiye’ye olan çıkışında şüphesiz ki kendisine inanan insanların öfkesi yatmaktadır. Boynunu büken dostları, akrabaları gibi olmama isteği düşüncelerinde büyük yer edinmeye başlayan Remzi’nin hayatında bu yediği tokat, acısal niteliği bakımından bir ilk değildir; babasının kendisini okutma isteğinden ötürü Durmuş Ağa tarafından azarlandığı, aşağılandığı anlarda bu acıyı çoktan tatmıştır. Tek fark, artık kendisinin de bu mücadelenin sorumluluğu üstlenmesi, hayır diyebilecek cesareti kendisinde bulabilmesidir. Kitabın özeti boyunca bir anlamı vardır dedim. Yenilen tokatların da, tokat atılanın da, atanın da bir anlamı vardır. Bu anlamlar üzerine düşünmek, gelecekte hayattan yiyeceğimiz nice tokatların altında yatan gerçeği keşfetmemizi sağlayabilir. Uygun oldukça şu başlıklarda incelemeler de yazacağım: Günümüz dünyasında yok olan mesleklerden biri olan arabacılığın kitaptaki yeri Yüreğir insanının değer yargıları Boynu Bükük Öldüler’de köyden kente göç: Dönemin Adana’sı ve bilek gücünden makineye geçiş süreci 4. 2021 yılında Boynu Bükük Öldüler ve kitabın sinemaya aktarılması Boynü Bükük Öldüler kitabı sinemaya Yılmaz Güney tarafından aktarılmadı desek, bir yanı doğru bir yanı yanlış bir değneği elimizde tuttuğumuz anlamına gelir. Kitabın ana karakteri Halil, az konuşmasıyla, duygularını ifade etme konusunda sorunları olmasıyla zaten birçok Yılmaz Güney filminde dolaylı olarak işlenen bir tipleme olmuştur. Duygularını ifade etme konusunda sorunlar yaşamak tabirini de aslında doğru bulduğum söylenemez. Duygularını açığa vurmanın güçsüzlük olarak görüldüğü bir yerde hayat mücadelesi veren bir insanın kaçınılmaz olarak böyle bir psikolojiye sahip olması oldukça doğaldır. Bu yüzden rehberlik öğretmeninin düzenlediği sınıf toplantısında aileye briefing veren birisi gibi duygu ifade edememek demeyelim de, duygusuz olması gereken Halil, sıkça Güney filmlerinde örneğine rastlanan biridir. Teker teker düşünecek olursak, kitaptaki her bir unsuru farklı Türk filmlerinde bulabilmek de aslında mümkün. Kavuşamayan sevgililer, ağa zulmü, köyden göç gibi konular halihazırda sinema dünyamızda sıkça yer alan konular. Peki bu kitabın sinema yolunu bu tarihten sonra açacak şey ne olabilirdi? Öncelikle kitabın bir sinemacı üslubu ile yazıldığını söyleyebiliriz. Gerek yer yer verilen dramatik sahneler olsun, gerek olay akışında yapılan kesilmelerin zihnimizde yarattığı etkiler olsun, kitabın kendisi filme aktarılmak için oldukça müsait. Hatta şunu da söyleyebilirim ki, kitabın Remzi ve Kamber içeren sahneleri Babam ve Oğlum filmi kadar sükse yapabilecek nitelikte dram içeriyor. Şahsen, kitabı okurken kendi kafamda canlandırdığım filme iMDB üzerinden puan verecek olsaydım 8/10 verirdim. 2 puanı bazı karakterlerin az çok birbirine benzemesinden ötürü kırardım. 5. Son düşüncelerim ve genel değerlendirme Köy romanı yazmak her yiğidin harcı değildir. Belli bir seviyeye ulaşmış tüm okuyucuların, bir yerlerde köy romanı tamlaması geçtiğinde Yetenek Sizsiniz jürilerinin sıradaki adayın rap müzik söyleyeceğini beyan etmesinin ardından yaşadığı içsel sıkıntıyı yaşadıklarını söylemek yanlış olmazdı sanırım. Bu yüzden okuyucuların bu romana da önyargıyla yaklaşmasını doğal buluyorum. Ancak, bu kitabı diğer rüstik kitaplardan farklı kılan şey, Yılmaz Güney’in bir sinemacı bakışı ile kendi köyünden tanıdık simaları aktarması denebilir. Doğduğu toprakları anlatma isteği her yazarın içinde günden güne beslediği bir açlık duygusudur bence. Yazarımız ise bu açlığını Boynu Bükük Öldüler ile gözler önüne sunuyor. Karakterlerin diyalog akışları arasındaki ufak belirsizlikler kimi zaman kasten yapılmış olduklarını gösterse de, kimi zaman ise bir hata olarak okuyucularla buluşsa da, genel olarak bakıldığında olay örgüsünde hata pek bulunmuyor. Yazarın, özellikle Halil’in iç dünyasını aktarırken kullandığı doğa betimlemeleri okuyucunun kendisini sıcak bir Adana yazında, ya da sokaklarından şarıl şarıl yağmurların aktığı bir Yenice sokağında bulmasına olanak sağlıyor. + Dönemin köylü tasviri oldukça gerçekçi. Doğa betimlemeleri çok başarılı. Köylülerin saf iyi ağaların saf kötü olmadığı post modern anlayış kitabın gerçekliğini artırıyor. - Ali Osman karakterinin ölüm anı üstünkörü geçildiği için Flash Tv dizileri izlenimi veriyor. Bazı kısımlarda köylülerin konuşması İstanbul ağzı ile yapıldığı için samimiyetsiz hissettirebiliyor. Bazı kısımlarda köylülerin uzun monologları gerçeklik hissini zedeleyebiliyor. Bu içerik "764" kez görüntülendi. Tags: #yilmaz, #guney, #boynu, #bukuk, #olduler, #kitap, #ozet, #analiz, #cukur, #cio Önceki Önceki İçerik: Yılmaz Güney - Boynu Bükük Öldüler Sonraki Sonraki İçerik: Askerde spor yapmak Yılmaz Güney - Boynu Bükük Öldüler (devam) İçerik Yorumları (0) Yorum Yaz Yorum Ekle Bu yazı için henüz yorum yok.